Bilim ve Bilimsel Yöntem
By Murat Yıldırımoğlu
Smashwords Edition
Copyright 2013 Murat Yildirimoglu
Bilim ve Bilimsel Yöntem
“Sorunlu olduğu varsayılan Planck-altı uzunluktaki uzamsal dalgalanmalar, genel göreliliği ve kuantum mekaniğini nokta parçacık çerçevesinde formüle etmenin bir ürünüdür.”
Bu cümleden bir şey anlamadınızsa yalnız değilsiniz. Popüler bir bilim kitabından alınan bu cümle, modern bilimin ne kadar anlaşılmaz olabileceğinin bir göstergesi. Bir de bunu popüler olmayan kaynaklardan öğrenmeye çalıştığımızı düşünelim. İşimiz çok zor.
Yirminci Yüzyıl’ın başlarından bu yana, bilimsel bilgi sıradan insanların (işi bilim yapmak olmayan insanların) kolayca anlayacağı bir şey olmaktan çıktı. Doğruluğu tartışılsa bile bu durumu güzel anlatan bir hikaye de var.
Bir gazeteci, Yirminci Yüzyıl’ın başlarında, zamanın en ünlü astrofizikçilerinden olan Arthur Eddington’a “İzafiyet kuramını anlayan üç kişinin olduğu söyleniyor, doğru mu?” şeklinde bir soru sormuş. Eddington biraz düşündükten sonra “Üçüncü kişi kim?” diye yanıtlamış.
Bu hikaye bir şeyi açıkca gösteriyor: İzafiyet kuramı çoğu insan tarafından anlaşılmamış bir şeydir. Yirminci Yüzyılın başka bir olayı Kuantum kuramı da öyle. Hatta Darwin’in Ondokuzuncu Yüzyıl’da ortaya attığı Evrim kuramı bile yeterince anlaşılmayan bir şeydir.
Peki, niye böyle? Niçin bu kuramları ya da genel olarak bilimi anlayamıyoruz? Daha da önemlisi, binbir türlü işle uğraşan bizlerin bilim yapmamız, bilimle ilgilenmemiz, bilimsel gelişmeleri sonunda kadar anlamaya çalışmamız gerekiyor mu?
Özellikle son soru anlamsız gelebilir. “Tabii ki bilimle uğraşmalıyız, bilimle ilgilenmeliyiz, modern kuramları anlamaya çalışmalıyız.”
Ben tam tersini düşünüyorum. İnsanların çoğunluğunun bu kuramları bire bir anlaması gerekli değildir. Çünkü bilim git gide daha karmaşık, daha ayrıntılı bir duruma gelmektedir ve bir avuç uzman dışında bunları anlamak mümkün değildir. Bu saptama sıradan insanlar için olduğu gibi, başka alanlardaki bilim adamları için de geçerlidir. Örneğin, Kuantum kuramının kurucularından biri olan Niels Bohr, bu kuramın ayrıntılarını kardeşi ve üstün bir matematikçi olan Harald Bohr’a bile anlatamamıştır.
Peki, durum böyleyse biz ölümlü insanlara düşen nedir? Bu kuramları sonuna kadar anlayamayacağımızı kavradıktan sonra ne yapmalıyız? Bilimi anlayamıyorsak bilim ile safsatayı nasıl birbirinden ayırt edeceğiz? Ayırt etmezsek Orta Çağ karanlığına geri dönmez miyiz?
Bilimsel etkinliğe ilişkin şu önerileri yapmak doğru görünüyor:
1) Bilimin kendisini değilse bile yapısını, nasıl iş gördüğünü öğrenelim. 2) Okuduğumuz, duyduğumuz bilgileri öğrendiğimiz yapıyla karşılaştıralım. Bu yapıya uymayanları eleyelim. 3) Bilimsel ve teknolojik gelişmeleri yeterince kavrayamasak bile hayran olma ve takdir etme yetimizi kaybetmeyelim.
Peki, bilimin yapısı nedir? Bilim ile bilim olmayanı ayırt eden şey nedir?
Evrim Kuramı, İzafiyet Kuramı, Kuantum Kuramı
Bilim ve teknikle ilgili yazıları okuduğunuzda başlıktaki üç kuramı hep görürsünüz.
Evrim Kuramı 150 yıldır bilim dünyasında bulunuyor. İzafiyet Kuramı ve Kuantum Kuramı da yaklaşık olarak 100 yıldır piyasada. Bu süreler içinde üç kuram sayısız denemeye ve gözleme tabi tutuldu ve bu kuramlar denemelerin, gözlemlerin hepsini geçti, halen de geçiyor. Bu kuramların yanlış olma olasılıkları sıfır şu anda.
İyi de niye yasa demiyoruz öyleyse? Evrim Kuramı niçin artık Evrim Yasası diye anılmıyor? İzafiyet Kuramında bir şey mi var da yasa olamıyor? Ya Kuantum Kuramına ne demeli? Transistörler bile bu kurama uygun olarak yapılıyor ama
halen Kuantum Yasası demiyoruz.
Özellikle Evrim konusunda bu “kuram” ifadesine çok takılınır. "Madem yasa değil kuram, o zaman halen yanlış olabilir bu Evrim kuramı denilen şey. Sıkıysa yasalaşsın da görelim." Yalnızca sıradan insanlar değil, üniversitelerde öğretim üyeliği yapanların bir kısmı bile böyle düşünüyor.
İnsanların çoğu bilimde şöyle bir sıralama olduğunu düşünüyor: Hipotez, kuram, yasa. Bir olgunun açıklaması için bir hipotez üretilir, bu hipotez gözlem ve deneylerle bir miktar doğrulanınca kuram durumuna gelir, kuramın savları artık yanlışlanmayacak kadar denendiğinde ve gözlendiğinde yasa olur. Önemli olan yasaya ulaşmaktır. Newton'ın yerçekimi yasası gibi, elektrikteki Ohm yasası gibi.
Halbuki bilim alanında artık göremeyeceğimiz bir sözcüktür "yasa" sözcüğü. İzafiyet Yasası diye bir şey yoktur ve hiç olmayacaktır da. Aynı şey Evrim Kuramı, Kuantum Kuramı, Sicim Kuramı gibi şeyler de için de geçerlidir. Hatta bunu genelleştirebiliriz: Bundan böyle bilimde yasa diye bir şey olmayacaktır.
Peki, artık yasa diye bir şeyin olmamasının nedeni nedir?
Bu durumun nedeni Yirminci Yüzyıl'da bilim anlayışındaki değişiklik. Bilim anlayışımız ya da felsefemiz geçen yüzyılda kökten değişti. Şu anda tüm bilim insanlarının benimsediği bilim anlayışı şu şekilde özetlenebilir:
Bilimde kanıtlama olmaz, yanlışlama olur. Örneğin, "Tüm kuğular beyazdır" önermesini alalım. Bu önermeye kanıt olarak binlerce ya da yüzbinlerce yaşayan beyaz kuğuyu gösterebiliriz. Eski insanların ifadelerini de kanıtlara ekleyebiliriz.
Ama halen bu önermeyi kanıtlamış olmayız. Çünkü yarın öbürgün dünyanın bir köşesinde siyah bir kuğunun bulunmayacağını ya da doğmayacağını kimse garanti edemez. Eski zamanlarda siyah bir kuğunun yaşamadığı da bilinemez.
"Tüm kuğular beyazdır" önemesi kanıtlanamazsa ne yapılmalıdır? Bu önerme yanlışlanmaya çalışılmalıdır. Dünyanın değişik yerlerinde siyah kuğu aranmalıdır. Bulunabilecek tek bir siyah kuğu "Tüm kuğular beyazdır" önermesini çürütmeye yeter.
Tek bir aksi örnek bir önermeyi reddebilirken binlerce olumlu örnek önermeyi kanıtlamaya yetmez. Bu yüzden bilimin görevi önermeler üretmek ve bu önermeleri yanlışlamaya çalışmaktır. Yanlışlama çabası sona ermez, erdirilmez.
Bir kuram ya da önerme yanlışlanana kadar kullanılabilir. Örneğin, siyah bir kuğu arayışımızı sürdürürken "Tüm kuğular beyazdır" önermesini kullanmaya devam edebiliriz.
Bir bilimsel önermenin gücü içindeki, yanlışlanmaya açık kısımlara bağlıdır. Örneğin, İzafiyet Kuramı bilimsel bir kuramdır çünkü içinde bol miktarda yanlışlanmaya açık kısım vardır. Einstein bu kuramı ortaya attığında, delicesine bir öngörüde de bulunuyordu. O an için kimsenin kabul etmeyeceği bir şeyi söylüyordu: Işık, yerçekiminin etkisiyle yolundan sapar. Bu öngörüyü test etmek için bir olanak da sunmuştu: Eğer kuramı doğruysa 29 Mayıs 1919'da gerçekleşecek güneş tutulması sırasında uzak bir yıldızın ışığı güneş tarafından eğilecekti. Einstein'ın bu öngörüsü bir ekip tarafından yapılan gözlemlerle doğrulandı.
Ama tek bir gözlemle doğrulandı diye İzafiyet Kuramının sınanması, yanlışlanmaya çalışılması bitmedi. Çünkü 1919'da yapılan gözlemlerde hata olabilirdi ya da o gözlemler doğru olsa bile kuramın başka parçaları başka
öngörülerde yanlışlanabilirdi.
İzafiyet Kuramı konusundaki son denemelerden birisinde, 20 Nisan 2004'de dünyanın çevresine bir uydu yerleştirildi. Bu uyduda dört adet jiroskop bulunuyordu. Bu jiroskoplar ideale yakın küre biçimindeydi. Herbiri ideal küreden yalnızca 40 atom kadar farklıydı. Dünya bu küreler kadar ideal bir küre durumuna getirilseydi en yüksek dağı 2.4 m olurdu; kürelerin ne kadar kusursuz olduğunu buradan anlayabilirsiniz. Bu uydu dünyanın çevresinde dönüşler yaptı ve dünyanın çekim gücünü ölçmeye çalıştı. Sonuçları halen çözümlenmeye çalışılıyor. 1976'da da benzer bir uydu benzer ölçümler yapılmıştı. Fark, 2004'deki uyudunun ölçümlerinin çok daha duyarlı olması. Eğer İzafiyet Kuramı bu sınamayı geçerse kuşkunuz olmasın, gelecekte bundan da duyarlı bir deneme yapılacaktır.
Peki, günün birinde İzafiyet Kuramı'nın bir öngörüsü yanlışlandı diyelim. O zaman ne olur?
Yapılacak şey yeni durumu açıklayan yeni kuramlar türetmek olacaktır. O kuramların da yanlışlanmaya çalışılacağını söylemeye gerek yok.
İzafiyet Kuramı ve diğer kuramların şu ana kadarki sınamaları onların büsbütün yanlış olamayacağını gösteriyor. Eğer günün birinde bunların yerine başka kuramlar gelecek olursa onlar şu ana kadar bulunmuş olanları reddetmeyecek yalnızca genişletecek ya da daha duyarlı olmasını sağlayacaktır.
Benzer bir durum Newton'ın hareket yasaları ile İzafiyet Kuramı arasında yaşandı.
Örneğin, Newton’a göre, hareket eden bir cismin momentumu olan p, cismin kütlesi m ile hızı olan v'nin çarpımına eşittir. Kısaca göstermek gerekirse, Newton'a göre p=mv'dir.
Einstein'a göreyse cismin momentumunu veren denklem şu şekildedir:
Görüldüğü gibi, Einstein’ın denkleminde, mv çarpımı bir ifadeye bölünmektedir. İfadeyi biraz inceleyim: c, ışık hızını gösterir ve çok, hatta inanılmaz çok büyük bir sayıdır. Işığın boşluktaki hızı yaklaşık olarak 300.000 km/saniye’dir. V ise hareket eden cismin hızıdır.
İnsanlık tarihi boyunca ulaşabildiğimiz hızlar düşük oldu. Hatta günümüzde bile, ulaşabileceğimiz hızlar, yani, v, ışık hızından çok küçüktür. Durum böyle olunca paydadaki v²/c² ifadesi hemen hemen sıfır olur. O zaman paydadaki karekök içinde 1 kalır. 1’in karekökü de yine 1’dir. Bu durumda, p=mv olur. Yani, ışık hızı ile karşılaştırılamayacak kadar düşük hızlarda, Einstein’ın denklemi Newton’ın denklemiyle aynı olur. Einstein, Newton’i yanlışlamamış, onun düşük hızlarda geçerli olduğunu söylemiştir.
Gelecekte İzafiyet kuramının geçerli olmadığı durumlar saptanırsa, bu saptama İzafiyet teorisini bütünüyle çürütmeyecek, yalnızca onu belirli sınır durumları için geçerli bir kuram olarak niteleyecektir.
Bilimsel Yöntem
Bilimsel yöntem nedir, bu yöntemi nasıl uygulayabiliriz?
Bu sorunun yanıtı çok karmaşık değildir. Bilimsel olduğu iddia edilen etkinliklerde şunlara dikkat etmeliyiz:
1) Bilimsel ifadeler çok sayıda sınanabilir ve bu sınamaların sonucunda yanlışlanabilir önermeler içermelidir. Yerçekimi, ışığı bile çeker gibi. Yağmur
yağacak gibi bir ifade ise bilimsel değildir. Çünkü yağmurun nerede, ne zaman, ne şiddette yağacağını söylememektedir. Bu yüzden yanlışlanması neredeyse mümkün değildir. 2) Bilimsel önermelerin sonucu olarak, olabilecek şeyler önceden ifade edilmelidir, yani, öngörülerde bulunulmalıdır. “Şu tarihte gerçekleşecek güneş tutulmasında, şu yıldızın ışığı güneş tarafından şu kadar sapacaktır” gibi. Bilimsel olmayan önermelerinse büyük bölümü geriye dönüktür. Örneğin, bir şarlatan çıkıp iki gün önce gerçekleşmiş olan depremi tahmin etmiş olduğunu söyleyebilir. Bir başka şarlatanlık da belirsiz bir tarih için öngörüde bulunmaktır. Örneğin, “İstanbul’da deprem olacak. Bu deprem 3 ay içinde ya da 3 yıl içinde ya da 30 yıl içinde gerçekleşecek.” şeklindeki bir önerme şarlatanlıktır. Başka bir şarlatanlık öngörülen olayın derecesinin belirtilmemesidir. “Yarın İstanbul’da her yeri sel götürecek” deyip sonra da çiseleyen yağmuru kanıt olarak göstermek böyle bir şeydir. Yapılan öngörü yanlış çıktığında iddia sahibi durumu kurtarmak için çalışmak yerine durumu kabul etmelidir. Örneğin, 1919 yılındaki güneş tutulması sırasında, Einstein’ın sözünü ettiği yıldızın ışığının büküldüğü gözlenmeseydi İzafiyet Teorisi zor durumda kalırdı ama Einstein bu zorluğu açıklamak için “Aslında o yıldız değil şu yıldıza bakılmalıydı” demezdi. Bilimsel olmayan, akıldışı iddialar öne sürenlerse ise genelde bu şekilde davranır. 3) Öngörülere ilişkin gözlemler, çalışmalar yapılmalıdır. Bu gözlemler öngörülere uyuyorsa söz konusu bilimsel ifadeler korunabilir. Uymuyorsa ifadelerin değeri sorgulanır. 4) Bilimsel ifadelerin sınanması hiç bitirilmemelidir. Bilimde tek bir deneyin, çalışmanın, araştırmanın önemi yoktur. Bir deney, başka kişiler tarafından başka yerlerde yapıldığında aynı sonucu vermelidir. Çünkü tek bir deney değişik nedenlerle garip sonuçlar verebilir. Örneğin, bir Japon bilim adamı, yaptığı deneylerde, kahvenin kanser yaptığını bulmuştu. Araştırmacı, bulgularını yayımlandığında büyük ses getirdi. Ama Japon araştırmacının deneyleri dünyanın dört bir yanındaki değişik gruplar tarafından tekrarlandığında onlar aynı şeyi göremediler. Daha sonra Japon araştırmacı da vardığı sonuçlar nedeniyle özür diledi.
Bu nedenle, çarpıcı sonuçlar veren araştırma haberlerine biraz temkinli yaklaşmakta yarar var. Çarpıcı sonuçları destekleyen ya da çürüten başka araştırmalar yapılmadıkça ve sonuçlar üzerinde az-çok anlaşılmadığı sürece çarpıcı sonuçları hemen benimsememeliyiz.
İstatistikler, Rakamlar
“Ben o rakamlara inanmıyorum”.
Çeşitli tartışmalarda, bir rakam, özellikle de devlet kurumları tarafından yayımlanmış bir rakam verdiğimde en çok bu itirazı duyuyorum. Devlete, devletin kurumlarına, bu kurumların verdiği bilgilere karşı derin bir güvensizlik besliyoruz. Aynı şeyi uluslararası kuruluşlar için de yapıyoruz; onlara da güvenmiyoruz, rakamlarına inanmıyoruz. Sanki okullarda bize devletin ve uluslararası kuruluşların verdiği bilgilere inanmama eğitimi verilmiş ve hepimiz de bu eğitimi birincilikle tamamlamışız gibi.
Halbuki, bilim çalışma demektir, istatistik demektir, rakam demektir. Rakamlar olmadan yalnızca havanda su döver durumuna düşeriz. Yaptığımız şey kahvehane muhabbetinden ileri gitmez.
Bazen de gerçekten de inanılmaz rakamlar döner ortamda. Bir keresinde muhatabım Microsoft firmasının her yıl Türkiye’den 20 milyar dolar gelir elde ettiğini söylemişti. Bir başka sefer Türkiye’deki bor madeninin toplam değerinin 2.5 trilyon dolar olduğunu söyleyen birisi de çıkmıştı. Çernobil kazası yüzünden Türkiye’de binlerce kişinin kanserden öldüğü de söylendi.
Halbuki, Microsoft’un yıllık cirosu 60-65 milyar dolar arasında oluyor. Bunun
yaklaşık üçte birini yalnızca Türkiye’den elde etmesi mümkün değil. Bor madeni bakımından zenginiz ama toplam değer 2.5 trilyon doların onda biri bile değil. Çernobil kazası yüzünden, kazanın gerçekleştiği yerde bile ölenlerin sayısı onlar mertebesinde. Orada durum buyken bizde binlerce kişinin ölmüş olması mantıklı değil.
Yapmamız gereken nedir?
Yapmamız gereken, bir tartışmada mümkün olduğunca rakamlar kullanmaktır. Ama o rakamlar palavra rakamlar değil, abartılı rakamlar değil gerçek rakamlar olmalıdır. Bu rakamları biz veriyorsak bunları nereden öğrendiğimizi belirtmeliyiz. Başkası veriyorsa ona bu rakamları nereden bulduğunu sormalıyız.
Devletin ya da uluslararası kuruluşların verdiği rakamları sorgulamak bizim işimiz değil, konunun uzmanlarının işi. Örneğin, devletin kanser konusunda verdiği bilgileri ben beğenmemezlik edemem. Bu bilgiyi yalnızca konunun uzmanı ya da uzmanları çürütebilir. Tabii, uzmanların da bu rakamlara inanmadıklarını belirtirken, “Ben bu rakamlara inanmıyorum” demek yerine bunun nedenlerini belirtmeleri gerekir.
Örnek bir durum var: 2008’in Aralık ayına ilişkin ihracat rakamları. Benim ya da ortalama bir vatandaşın bu konuda bilgisi yoktur, olması gerekmez. 2007 yılında ihracat nasıldı, ay ay nasıl bir seyir gösterdi? 2008 yılında değişim nasıl oldu? Bizim bunları bilme durumumuz olmaz. Ama uzmanların olur.
Türkiye İstatistik Kurumu, 2008 yılına ilişkin sanayi üretim rakamlarını açıkladığında Referans gazetesi bu rakamlara itiraz etti. Çünkü üretimde büyük düşüşler yaşanırken şaşırtıcı bir şekilde tekstilde yüzde 40 oranında büyüme rapor ediliyordu. Referans gazetesi bu işin peşine düştü, TÜİK’i sıkıştırdı, onlar da bu rakamın hatalı olduğunu kabul edip hatalarını düzelttiler.
Yöntemin hep bu olması lazım. Uzmanlar kendileriyle ilgili konularda verilen rakamları inceleyip yanlışlık varsa düzeltilmesini sağlamalıdır. O konunun uzmanı olmayan kişilerinse, uzmanlar itiraz etmedikçe, verilen rakamları kabul etmekten ve tartışmalarında bu rakamları kullanmaktan başka çaresi yoktur.
Korku, Güvensizlik, Suçluluk
Eski zamanlarda insanlar her şeyden korkardı; çakan şimşekten, depremden, vahşi hayvanlardan. Hiçbir şeye güvenemezlerdi: Mağaramız var diyemezlerdi; mağarayı bir ayı sahiplenmiş olabilirdi. Yeterince avlandım, yarını düşünmem gerekmez diyemezlerdi, avları vahşi hayvanlar tarafından çalınabilirdi.
Eski insanlar anlayamadıkları her şeyi tanrılara bağlardı: Şimşeği çaktıran bir tanrı var, yeri sallayan bir tanrı var, yağmur yağdıran bir tanrı var. Tanrı da bu işleri boşu boşuna gerçekleştirmezdi; insanlar bunu hak edecek bir şeyler yapmıştı ki tanrılar onları şimşek ile yakıyor, su ile boğuyor, deprem ile yerine dibine gömüyordu.
Bilimsel gelişmelerle doğayı daha iyi anlamaya başladık. Şimşekler tanrının öfkesinden değil bulutlardaki elektrik yükünden kaynaklanır. Depremin insanların suçlarıyla ilgisi yoktur; yerin kilometrelerce altındaki katmanlar
birbiriyle çarpışır, deprem bundan doğar. Yavaş yavaş içimiz güvenle doldu. Bilime ve tekniğe güvenmeye başladık. Her şeyi anlayabilir, her şeyi başarabilirdik. Bu nedenle 1800’lerin sonunda Amerikan Patent Enstitüsü Kurumu başkanı istifa etmişti. Ona göre, bundan sonra olabilecek bir yenilik yoktu. Ama sonra korku, güvensizlik ve suçluluk tekrar yaygınlaşmaya başladı. Günümüzde insanlar yiyecek-içeceklerden korkuyor çünkü içlerinde sağlığa zararlı katkı maddeleri, zehirli olduğunu düşündükleri genetiği değiştirilmiş organizmalar olduğunu düşünüyor. Gıdaları denetlemesi gereken kurumlara, kişilere güvenilmiyor, onların büyük şirketlerin elinde oyuncak olduğu düşünülüyor. Atılan adımdan, yenen yemekten, içilen içecekten, konuştuğumuz cep telefonundan dolayı suçluluk duyuyoruz: Hamburger zararlı ama ne yapalım kendime hakim olamıyorum. Kola zararlı ama içmeden duramıyorum. Cep telefonunun zararlı olduğunu biliyorum ama cebimde taşıyorum. Yemeklerden sonra meyve yemek zararlı ama bu yanlışı hepimiz yapıyoruz.
Şimdi, öğrendiklerimizi çevremizde sık sık duyduğumuz bazı konulara uygulayalım ve korkuyu, güvensizliği, suçluluk duygusunu aşmaya çalışalım.
Örnek 1: Plastik Su Şişeleri ve Damacanalar
Plastik su şişeleri sağlık bakımından tartışma konusudur. Bu şişeler “plastik” olduğu için ve plastik olan şeylerin kategorik olarak “zararlı” olduğu düşünüldüğünden, plastik su şişelerine ve damacanalara savaş açılmıştır.
Plastik şişelere ve damacanalara sertlik veren madde Bisfenol A (BPA) maddesidir. Bu madde kansere neden olabilecek bir maddedir. Ama acaba şişelerden ya da damacanalardan suya karışan BPA maddesi ne kadardır ve sağlık açısından sorun oluşturur mu?
Hacettepe Üniversitesi Gıda Araştırma Merkezi’nin müdür yardımcısı Prof. Dr. Yaşar Kemal Erdem bu tehlikeyi araştırmış. Erdem’in üç ay süren çalışmasının sonucunda, damacanalardan suya geçen BPA oranının uluslararası sağlık limitlerinin çok altında kaldığını saptanmış. Damacanalardaki BPA’nın suya karışma oranı o kadar düşük ki bir insanın, sağlığı tehdit eder düzeyde BPA alabilmesi için, günde 60 damacana, bir bebeğin de 6 damacana su içmesi gerekiyormuş.
Plastik şişeler için böyle bir çalışma yok henüz ama Erdem’in çalışmasına bakıp aynı durumun sö zkonusu olduğunu, bu şişelerin sağlık için sorun oluşturmadığını düşünebiliriz.
Örnek 2: Cep Telefonu ve Kanser
Gazetelerde sürekli olarak cep telefonu ile kanser arasındaki ilişkinin kanıtlandığına ilişkin haberler yer alır. Haberlerin kaynağı bazı Türk bilimadamları ve yabancı gazeteler olur.
Bu türlü iddialar için dönüp Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) bakmamız gerek. WHO’nun 2008 tarihli Dünya Kanser Raporu’nda yüksek gerilimli, düşük frekanslı enerji nakil hatları ile yüksek frekanslı mobil telefon sistemleri üzerine yapılmış çalışmalar ele alınıyor. Raporun bu kısmına http://www.who.int/pehemf/publications/reports/WCR2008_212.pdf adresinden erişebilirsiniz.
Yukarıdaki raporda yazılanlar kısaca şöyle: Ne düşük frekanslı enerji nakil hatlarının ne de yüksek frekanslı mobil telefon sistemlerinin kanser yaptığına ilişkin kanıtlar yoktur. Çok sayıda çalışmada bir ilişki gösterilemezken bazı tartışmalı çalışmalarda böyle bir ilişkiye rastlanmıştır.
Cep telefonu korkusunu biraz daha genelleştirelim. Bilgisayar mühendisi bir arkadaşım, zararlı olduğunu düşündüğü için mutfağında mikrodalga fırın kullanmıyor. Birçok kişi evdeki televizyonun, bilgisayar monitörlerinin ve elektrikli hemen her şeyin zararlı olduğunu düşünüyor. Bu düşünce bir sektör de oluşturmuş durumda: Bilgisayar kullanıcısı kadınların çoğu, monitörlerinin hemen yanında küçük kaktüsler tutuyor; çünkü bu kaktüslerin monitörden yayılan radyasyonu emdiği söylenmiş onlara.
Peki, gerçekten de elektrikli aletlerden yayılan elektromanyetik dalgalar, kısaca radyasyon sağlığa zararlı mı?
Radyasyon en korkutucu sözcüklerden birisi. Atom bombasının üretilmesinden, nükleer enerji santrallarının çıkışından bu yana hepimiz radyasyon alıp ölmekten korkuyoruz.
Ama aynı zamanda radyasyon kaçınamadığımız bir şey: Güneş bizi sürekli olarak radyoaktif ışınlarla bombardıman ediyor, yer altından çıkan sıcak su radyasyon yayıyor, evimizi süsleyen granit kaplamalar radyasyon yayıyor.
Peki, radyasyon nasıl bir zarar veriyor bize?
Öncelikle iki tür radyasyon olduğunu bilmemiz gerekiyor: Birincisi, yüksek enerjili ve iyonize edici radyasyon. İkincisi ise düşük enerjili ve iyonize edici olmayan radyasyon. Yüksek enerjili, iyonize edici radyasyona örnek olarak X ışınlarını ya da Gama parçacıklarını verebiliriz.
İyonize edici radyasyon, kimyasal bağları kırmaya yetecek enerjiye sahiptir; Moleküllerin yapısını bozar. Bozulan molekül hücre çekirdeğindeki DNA
molekülü ise bozukluk, kansere yol açabilir. Sonuçta kanser bozuk DNA nedeniyle aşırı çoğalan hücreler demektir.
İyonize edici olmayan radyasyon molekül yapısını bozacak kadar enerjiye sahip değildir. Genelde yalnızca sıcaklığa yol açar. Sıcaklığın kendisi de DNA moleküllerinin yapısını bozabilir ama sıcaklık büyük miktarlarda ve sürekli olmadığı sürece böyle bir durum çok da olası değildir.
Cep telefonlarının, televizyonların, bilgisayar monitörlerinin yaydığı radyasyon iyonize edici olmayan radyasyondur. Bunların karşısındaki cisimler ısınır ama bu ısınma olağanüstü düşüktür. Ortaya çıkan ısının kansere yol açması mümkün görünmemektedir.
Örnek 3: Bozulmayan Yoğurtlar
Birçok kişi büyük bir şaşkınlıkla, marketten aldıkları yiyeceklerin, özellikle de yoğurdun kolay bozulmadığını gözlüyor ve ifade ediyor.
Marketten alınan yoğurt bozulmadığı için içinde çok miktarda zararlı katkı maddesinin olması gerektiği düşünülüyor.
Halbuki, yoğurt vb. yiyeceklerin bozulmaması kötü bir şey değildir, iyi bir şeydir. Daha uzun süre bozulmadan kalan yiyecekler insanların bu yiyeceklere sağlıklı ve ucuza ulaşmasını sağlar.
Yoğurt örneğinde, bozulmamayı sağlayan şey yoğurt içindeki bakteri sayısının düşürülmesidir. Sokaktan aldığımız süt ve yoğurta göre marketlerde satılan süt ve yoğurtta olağanüstü düşük sayıda zararlı bakteri bulunur. Bu zararlı bakterilerin sayısı azalınca da yoğurt daha uzun süre bozulmadan kalır.
Yoğurdun ya da sütün bozulmasını geciktirmenin yanı sıra, hastalıklara neden olan bakteriler de yok edildiği için bu işlem yararlı bir işlemdir. Çiğ sütse hastalık taşıma için ideal bir ortamdır. Örneğin, İngiltere’de 1912 ile 1937 yılları arasında, 65 bin civarında insan, çiğ süt yoluyla taşınan verem hastalığı nedeniyle ölmüştür.
Firmalar sürekli olarak süt ürünlerindeki zararlı bakteri miktarını düşürmeye çalışır. 10 Aralık 2011 tarihinde Hürriyet’te yer alan bir haber buna bir örnek. Habere göre, Moova firması, ürettiği sütlerde milimetreküp başına bakteri sayısını 3 bine kadar indirmiş.
Peki, bakterilerin sayısı nasıl azaltılır? Süt, Pastörizasyon adı verilen işlemden geçirilerek. Pastörizasyon işlemi sütü önce ısıtmak sonra da soğutmaktan oluşur. Bu sırada, bakterilerin önemli bir kısmı yok edilir.
Pastörizasyon kayıpsız bir yöntem değildir; bu işlem sırasında
yararlı bazı maddeler de kaybedilir. Bu işlem sırasında, kalsiyum ve fosfor yüzde 5 oranında, tiyamin ve B12 vitamini yüzede 10 oranında ve C vitamini yüzde 20 oranında azalır. Ama geriye kalanlar halen çok değerlidir.
Örnek 4: Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO)
Bir AVM’de önümde yürüyen ailenin küçük çocuğu, bardakta satılan haşlanmış mısırlardan istedi. Babası “GDO’lu onlar” deyip almadan devam etti. Büyük olasılıkla GDO o baba için (ve çevremizdeki hemen hepimiz için) zehir gibi bir şey: İçinde GDO varsa uzak durmak gerek.
Peki, zehirse GDO’lu mısırlar nasılsa pervasızca satılıyor orta yerde? Yok mudur bunu denetleyen kurumlar? Var ama onları da mısır ithal edenler susturmuş. Yukarılarda söz ettiğimiz korku ve güvensizlik duygularının bir örneğini daha görüyoruz.
Peki, GDO nedir?
GDO, genetik mühendislik teknikleri kullanarak bitkilerin ve hayvanların genlerini değiştirmektir. Bunu da, hastalıklara, zararlılara, kötü koşullara dayanıklı bitki ve hayvanlar elde etmek için yapıyoruz. Bazen de yalnızca şan olsun diye yapılıyor. Örneğin, Avustralyalı ve Japon araştırmacılar 2004 yılında bu yolla mavi bir gül ürettiler.
Ama GDO’nun en çok önem taşıdığı alan tarım alanıdır. GDO teknolojisi yardımıyla, zararlılara dayanıklı, besin değeri arttırılmış ya da ilaç sektöründe kullanılabilir tarımsal ürünler elde edilir.
İlginç bir nokta, GDO teknolojisi sayesinde zararlı böcekleri zehirleyen kimyasal maddeler (örneğin Bt toksin) üretmektir. Burada hepimizin tüyleri diken diken olabilir: Kendi kişisel deneyimlerimizden biliyoruz ki böcek öldüren kimyasallar bizi de öldürür. O zaman böcek öldüren kimyasal salgılayan GDO’lu besinler bizi de zehirler. Durum hiç de böyle değil. Bu zehirlerin memeliler için tehlike içermediği gösterilmiştir. Ayrıca, son derece az sayıdaki böcekleri etkilmekte, diğer böcekler üzerinde etkisi olmamaktadır. Yani, içimiz rahat edebilir.
GDO sayesinde üretilen bir başka şey de renkli pamuktur. Pamuk normalde beyazdır. Daha sonra giysi yapımında pamuklu kumaşlar boyanır. Ama mavi, kırmızı, siyah pamuk elde edebilirsek bunları ayrıca boyamak gerekmez; kumaşlar hem ucuza mal olur hem de daha az boya tüketilmiş olur.
GDO yalnızca besin elde etmek için kullanılmaz. GDO teknolojisi ile biyoyakıt da elde edilmektedir.
GDO’nun zararlı olup olmadığı uzun zamandan beri araştırılmaktadır. 23 Mart 2012’de Cumhuriyet’in Bilim-Teknik ekinde yayımlanan bir haber, bu araştırmalardan birine ilişkin bilgi veriyordu. Haber şöyle:
“Uluslararası bir araştırma ekibi kısa bir süre önce uzun vadeli araştırmaların sonucunu açıkladı. Buna göre genetik değişimden geçirilen besin ürünlerinin hayvan sağlığı üzerinde herhangi bir olumsuz etki yapmamış.
“GMSAFOOD” projesiyle GDO’lu ürünlerin biyolojik etkileriyle ilgili araştırmalar değerlendirilmiş. İrlandalı araştırmacılar Avrupa Birliği’nce finanse edilen proje çerçevesinde üç yıl boyunca domuzları genetik değişimden geçirilen BT mısırıyla beslemişler. Bu süre sonrasında hayvanlar üzerinde herhangi bir etki saptamadık diyor İrlandalı bilim insanı Peador Lawlor.
Norveçli araştırmacılar deneylerini somonlarla sürdümüşler. Norveç’te gerçekleştirilen diğer bir deneyde de fareler, genetik değişimden geçirilerek böceklere karşı duyarsız hale getirilen Bt mısırıyla beslenen domuzların ve balıkların etleriyle beslenmiş. Bu durumda da olumsuz etkilerle karşılaşılmamış. Avusturya’daki araştırma objesiyse bezelye idi. Böceklere karşı dirençli hale gelmesi için bir fasülye türünün geni aşılanan bezelyeyle ilgili 2005 yılında açıklanan bir araştırmaya göre genetik bezelye alerjik reaksiyonlara neden olabilirdi. Son projeyle bu teori de çürütülmüş oldu.”
Peki, GDO bu kadar masum mu? Hiç mi GDO’nun zararlı olduğunu gösteren çalışma yok?
Az sayıda çalışma GDO’nun zararlı hem de çok zararlı olduğunu göstermiştir. Bu çalışmaların en ünlüsü Árpád Pusztai tarafından yapılan çalışmadır. Pusztai, Macaristan doğumlu bir bilim adamıdır ve büyük tartışma yapan çalışmasını İngiltere’de gerçekleştirmiştir.
Pusztai, kendi alanında 270 makale ve 3 kitap yayımlamış saygıdeğer bir bilim adamıdır. 1995 ile 1998 yılları arasında GDO’u besinleri araştırmış ve 1998 yılında, çalışmasını henüz yayımlamadan önce, GDO’lu patateslerle beslenen farelerin sindirim ve bağışıklık sistemlerinde ciddi bozukluklar gözlendiğini basına açıklamıştır. Bu açıklamanın büyük ses getirdiğini söylemeye gerek yok. Ama açıklaması ses getirdiği kadar eleştiri de almıştır. Çalıştığı kurum olan Rowett Enstitüsü, çalışmanın ham verilerini incelemiş, bu verileri eleştiren bir denetleme raporu yayımlamış ve verileri altı başka uzmana inceletmiştir. Bu uzmanlar da verileri eleştirmiştir. Pusztai’ın buna itirazı, ham verilerin yayına
esas oluşturmayacağı ve inceden inceye incelenmesinin doğru olmadığı şeklindedir. Pusztai bununla da kalmayıp verileri başka uzmanlara göndermiştir. Bu uzmanlardan yirmibiri 1999 yılında Pusztai’yı destekleyen bir bildiri yayımlamıştır.
Pusztai, çalışmasını yayınlanmak üzere tıp alanındaki en saygın dergi olan Lancet’e göndermiştir. Dergi, gelen makaleleri normalde 2 hakeme gönderirken konunun sorunlu olması nedeniyle, Pusztai’yın makalesini 6 hakeme göndermiştir. Bu hakemlerden birisi makalenin yayınlanmasına karşı çıkmış, bir başkası hatalı olduğunu ama Pusztai’ya karşı bir komplo olarak görülmesini istemediği için ve makaleyi okuyanların da verileri değerlendirebilmesini sağlamak için basılmasına onay vermiş, geri kalan dördü de çeşitli kaygılarını dile getirmiştir. Makale 1999 yılında basılmıştır.
Yakın zamanda Fransa’da yapılan başka bir çalışmada da GDO’nun zararlı olduğu iddia edildi. Ama çok sayıda kurum bu çalışmayı eleştirdi ve sonuçlarını reddetti. İsmet Berkan, Hürriyet gazetesinde 12 Ekim 2012’de yayınlanan yazısında şöyle diyor:
“FRANSA’daki Caen Üniversitesinden araştırmacıların yaptığı ve kısaca ‘GDO kanser yapıyor’ başlığıyla bilinir olan araştırma dünya çapında büyük sansasyon yarattı. Araştırmaya ilk tepki veren ülkelerden biri Rusya oldu; AB’den GDO’lu mısır ithalatını durdurdu bu ülke. Fransa’da ve Almanya’da GDO’lu mısır üretiminin yasaklanması çağrıları yapıldı. Ancak geçen hafta Avrupa Gıda Güvenliği Ajansı (EFSA) araştırmayı ‘bilimsel kalte açısından yetersiz’ bulduğunu duyurdu ve sonuçlarını reddetti. Aynı şekilde, Federal Almanya’nın meşhur Federal Risk Değerlendirme Enstitüsü (BfR) benzer bir açıklama yaptı, ‘Araştırmanın metodu ve yapılış biçimi, riskleri belirleme konusunda yetersiz ve yanlış yönlendirici niteliktedir’ dedi.
Her iki kurum da, GDO’lu gıdaların veya GDO bulaşıklığı bulunan gıdaların sağlık riski yaratıp yaratmadığı konusunun daha fazla ve daha iyi araştırılması gerektiğini öteden beri söyleyen kurumlar. Son açıklamalarında bunu yeniden de teyit ettiler.”
Gördüğünüz gibi, hem GDO yanlısı hem de GDO karşıtı çalışmalar var. GDO’nun zararlı olduğunu saptayan çalışmalar sayıca az ve bu çalışmalarda çok sayıda bozukluğun olduğu da görülüyor.
Ülkemizde GDO’lu tarım yapılması yasak. GDO’lu ürünlerin ithalatı ise izne bağlı. Yukarıdaki tartışma, GDO üzerindeki yasakların kalkmasının zamanının geldiğini gösteriyor.
Örnek 5: Organik Yiyecekler
Organik yiyecekler günümüzün modası. Bu yiyecekler yapay gübre ve endüstriyel ilaçlar kullanmadan üretiliyor. Bu yiyeceklerin daha sağlıklı olduğu iddia ediliyor. Bu yüzden şehirlerimizde bu ürünlere özel organik pazarlar kuruluyor, mağazalar açılıyor. Hemen hepsi söze “Ben aslında yalnızca kendi gereksinimlerim için bu işe başladım, satmak niyetim yoktu” diyerek başlayan iyi pazarlamacı insanlar ürettikleri organik ürünleri şehirdeki müşterilerine kargolarla gönderiyor. Büyük bir pazar oluştuğu kesin. Sorun şu ki yapılan çalışmalar organik yiyeceklerin daha sağlıklı olduğu ya da besin değerlerinin daha yüksek olduğu iddiasını desteklemiyor.
Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji ekinde (29 Temmuz 2011) organik yiyecekler üzerine güzel bir değerlendirme yazısı çıktı. Oradaki bilgilerden bazılarını aktarıyorum:
“Doğal besinlerle beslenen sığırın eti daha yağsız ya da kimsayasallar içermeyen süt daha iyi olsa bile, organik sebze ve meyvelerin organik olmayanlardan daha besleyici oldukları yönünde somut bir kanıt yok. 2009'da American Journal of Clinical Nutrition dergisinde yayımlanan bir araştırma, üç vitamin dışında kalan tüm vitaminler ve öteki besin bileşenleri açısından incelendiğinde, organik besinlerle geleneksel besinler arasında hiçbir farka tanık olunmadığını ortaya koyuyor.
Yapay böcek ilaçlarının ve başka herhangi bir kimsayasalın kullanılmadığı türde bir tarım uygulaması, dünya üzerindeki 6,9 milyar insanın ancak bir bölümünü besleyebilir.
Organik ürünleri satın aldığınızda haşere ilacı sorununa köklü bir çözüm getirdiğinizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü organik tarım yapan çiftçiler de kendilerine özgü böcek ilaçlarından yararlanır. Biyopeptisitler adıyla bilinen bu ilaçlar hayvanlardan, bitkilerden ve belli canlı türlerinde zehirleyici etki yaratan minerallarden elde edilir. Biyopeptisitlerin ticari ilaçlar denli tehlikeli olmadıkları görüşü son derece yaygın olsa da, daha az düzeyde toksik demek, toksik olmayan anlamına gelmez.
Organik gübreler çoğunlukla hayvan dışkısı, çürümüş bitkiler, yosun, güherçile ve kompost gibi nispeten zararsız malzemelerden oluşturulduklarından, daha az sorun yaratırlar. Ne var ki, belli miktarda yapay gübreden elde edilen verimi sağlamak için çok daha fazla miktarda organik gübre kullanmak gerektiğinden bu iş inanılmaz derecede pahalıya mal olur.”
Örnek 6: Çernobil ve Kanser
1986 yılında, şu anda Ukrayna sınırları içinde yer alan Çernobil nükleer enerji santralında bir kaza meydana geldi. Santralın bir ünitesinin çatısı uçtu, yangın
çıktı ve atmosfere radyoaktik malzeme salındı. Bu radyoaktif malzeme bütün dünyayı dolaştı, Türkiye’ye de geldi. Radyasyondan en çok Karadeniz bölgesş etkilendi. Bu nedenle, o yıl üretilen fındık ve çayın büyük bölümü imha edildi.
O tarihten bu yana, Karadeniz’de kanser vakalarının arttığı iddia edilir. İddialara bakılırsa, Karadeniz’de binlerce kişi kanserden ölmüş.
Ama yapılan araştırmalar Çernobil’in Türkiye’de yalnızca ihmal edilebilir bir etkisi olduğunu gösteriyor. Çernobil sızıntısı, olayın geçtiği ülke olan Ukrayna’da bile büyük çaplı ölümlere yol açmadı.
Şimdi bu iddiamızı destekleyen yayınlara bir göz atalım.
Tübitak’ın yayınladığı Bilim Teknik adlı derginin Ekim 2005 sayısında “20 Yıl Sonra” başlıklı yazıda, Türk Atom Enerjisi Kurumu’nun raporu özetleniyor. Bu rapordan şu alıntıları yapabiliriz:
“Salınan radyasyonun miktarı Hiroşimaya atılan bombanın yaydığının 400 katı, fakat 1960’lı yıllarda yapılan açık hava nükleer denemelerinin 100 ile 1000’de biri kadardı. 1986-87 yıllarındaki temizleme operasyonuna katılan 200.000 işçiden 2200 kadarının ölmesi bekleniyor (şu ana kadar ölenlerin sayısı yalnızca 45). Kazadan sonraki ilk hafta içinde, o zamanlar genç ve çocuk olanlardan 4.000 kadarı, gerek süt içerek ve gerekse solunum yoluyla doğrudan, aşırı miktarda radyoaktif iyot-131 alarak tiroid kanserine yakalandı. Erken tanı konduğu takdirde, bu kanser türünün ameliyatla ve sonrasında olası metastazları önleyici radyoterapiyle tedavisi mümkün. Beyaz Rusya’daki deneyim %99 başarı oranını gösteriyor. Şimdiye kadar bu şekilde kansere yakalanıp da ölen çocukların sayısı yalnızca 9 (1986 yılından bu yana).”
Tübitak’ın Bilim Teknik dergisinin 2005 Aralık sayısına da göz atalım. Hayriye Yeter Göksu’nun (şu anda Almanya’da Radyasyon’dan Korunma Enstitüsünde çalışıyor) bu sayıda yer alan “Anılarla Çernobil Kazası Sonrası” başlıklı yazısından alıntılar yapalım:
“1986 ürünü Türk çaylarındaki aktiviteyi, Almanya’da bu amaçla dünya standartlarına göre kalibre edilmiş olan laboratuvarımızda 1987 Temmuz ayında biz de ölçtük. Bize gönderilen kuru çaylardaki kilogram başına toplam aktivitenin 2.000 ile 10.000 Bq arasında değiştiğini saptadık. …Türk halkının yılda bir kilogram çay tükettiği göz önüne alınarak yapılan hesap ve deneyler sonunda en yüksek etkin dozun 1 mSv’i geçmediği ve bunun uluslararası radyasyondan koruma komitesinin en son tavsiyelerine göre, halk için izin verilebilir radyasyon doz sınırları içinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Piyasaya sürülen çaylara konulan sınır, Almanya’da sütlere bile konulan sınır değerinin altındaydı. Almanya, Çernobil sonrası satılan sütlere çok tutucu bir yaklaşımla litre başına toplam sezyum aktivitesi için 600 Bq bir sınır koydu. Oysa piyasaya sürülen çaylardaki aktivite değeri, Türk usülü demlenmiş çaylara, aktivitenin %100 geçtiği kabul edilerek hesaplanmış ve litre başına 370 Bq altında bırakılmıştı….Tüm dünyada gözlenen kanser vakalarının artışının tek nedeni radyasyon değildir. Bunun en bilinen örneği en az ölümle sonuçlanan kanser vakalarının gözlendiği ABD’deki Utah eyaletinde yaşayanlardır. Burada yaşayan halk, bölgenin doğal jeolojik yapısı ve denizden yüksekliği nedeniyle ABD ortalamasının üç buçuk misli daha daha yüksek bir radyasyona maruz kalırlar. ABD’de en az endüstri kirliliğine maruz kalmış olan bu bölgede genelde kahve, çay, sigara gibi zararlı alışkanlıkları olmayan Mormonlar yaşamaktadır.”
Yine 2005 yılında, Çernobil Forumu adı verilen uluslarası bir organizasyon Çernobil’in Mirası başlıklı bir rapor yayımladı. Çernobil Forumu, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, Uluslararası Sağlık Örgütü, Dünya Bankası gibi kurumların ve Rusya, Beyaz Rusya ve Ukrayna yetkililerinin oluşturduğu bir organizasyondu. Bu forumun raporundan alıntılar yapalım.
“En yüksek radyasyon dozlarına, kazanın ilk günlerinde, sayıları bini bulan acil
durum çalışanları ve Çernobil personeli maruz kaldı. Çalışanların bazıları için maruz kaldıkları dozlar öldürücü oldu. Zaman içinde Çernobil’de çalışan kurtarma personelinin sayısı 600 bini buldu. Bunların bazıları, çalışmaları boyunca yüksek düzeyli radyasyona maruz kaldılarsa da, çalışanların çoğunluğu ve Beyaz Rusya, Rusya ve Ukrayna’da “kirlenmiş” olarak nitelenen bölgelerde yaşayan insanların çöğunluğu (yaklaşık 5 milyon kişi) görece daha düşük radyasyon aldılar; aldıkları radyasyon doğal yollardan aldıkları radyasyondan daha fazla değildi. Yetkililerin aldıkları önlemler, kirlenmiş bölgelerin boşaltılması gibi, radyasyona maruz kalma oranını ve radyasyonla ilişkili sağlık sorunlarınıbüyük ölçüde azalttı.
Çöken radyoaktif iyodinden kaynaklanan çocukluk tiroid kanseri, kazanın en önemli sağlık sorunlarından birisidir. Kazadan sonraki ilk aylarda, radyoaktif iyodin düzeyi yüksek sütlerden içen çocuklar yüksek radyasyon dozları aldılar. 2002 yılına kadar bu grup içinde 4000’den fazla tiroid kanseri teşhis edildi. Bu tiroid kanserlerinin büyük bölümünün radyoiyodin alımından kaynaklanmış olması çok muhtemeldir.
Çocuklardaki tiroid kanserindeki dramatik artışın tersine, kazadan en çok etkilenen nüfusta radyasyondan kaynaklanan lösemi ya da katı kanser vakalarında bir artış görülmemiştir. Ama etkilenen nüfusta, Sovyetler Birliği’nin dağılışını izleyen ekonomik depresyonla da artan bir şekilde, psikolojik sorunlarda bir artış gözlenmiştir.
1986’dan bu yana etkilenen bölgelerdeki radyasyon oranı, alınan önlemler ve doğal gelişim sonucunda, yüzlerce kat azalmıştır. Bu yüzden, kirlenen bölgelerin genel olarak insan yerleşimi ve ekonomik etkinlikler için güvenli olduğu söylenebilir.
Çernobil kazasıyla kirlenen yerlerin sakinlerinin aldığı ortalama radyasyon dozu, Hindistan, İran, Brezilya ve Çin’in bazı bölümlerinde yaşayıp da doğal yollardan yüksek düzeyde radyasyon almakta olan insanların aldığı dozların altındadır.
Çernobil’den etkilenen nüfusun karşılaştığı alçak doz düzeylerine bağlı olarak, erkeklerde ve kadınlarda üreme yeteneklerinde bir azalmaya ilişkin kanıta rastlanmamaktadır. Bu dozların ölü doğumlara ve anormal doğumlara yol açması, bebeklerin sağlığında olumsuz etkilere sahip olması mümkün görünmemektedir.”
Uluslarası kuruluşların ve Tübitak dergilerinin yanlı raporlar, yazılar hazırladığını düşünebilirsiniz. Peki, bakalım muhalif kuruluşlar ne diyor?
Türk Tabipler Birliği, Türkiye’de doktorların bağımsız kuruluşudur. Çoğu zaman da hükümetle çatışan politikalar izler. Birlik, 2006 Nisan’ında “Çernobil Nükleer Kazası Sonrası Türkiye’de Kanser” başlıklı bir rapor yayımladı. Bakalım o raporda neler deniyor:
“Radyasyon sunukluğuna atfedilmiş sağlık etkileri içinde, yalnızca çocukluk çağı tiroit kanserlerinde anlamlı bir artış gösterilmiştir. Çocuk ve erişkenler için lösemi ve solid tümörlü hastalıkların artışı yönünde, uluslararası kabul edilmiş kanıt bulunmamaktadır….Türkiye’de radyasyon seviyesi yüksek çıkan kekik -600.000 Bq/kg’a kadar ulaşabiliyordu ve bu Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun sınır değeriydi- ihraç edilemedi. Radyasyon düzeyinin yüksekliği nedeniyle ihraç edilemeyen kekiğimiz, ABD’nin Fransa’dan fazla miktarda kekik istemesi ve Fransa’nın bunu karşılayamaması üzerine Fransa’ya satıldı. Fransa ortalamada 300.000 Bq/kg’lık radyasyon seviyesine sahip kekiğimizi kendi ürünü olarak ABD’ye sattı. Fındık, o dönemde içerdiği radyasyon nedeniyle en fazla gündemde olan ürünlerden birisi oldu. Fındığın 1986 rekoltesi olan 140.000 tondan, 30.000 ton kadarı 600 Bq/kg’lık radyasyon seviyesi ile Ünye’nin batısında üretilmişti. Ünye’nin doğusunda ise 110.000 ton ve 600– 4250 Bq/kg düzeyinde radyasyon içeren fındık üretilmişti. O yıllarda Türkiye 140.000, İtalya 40.000 ve İspanya 35.000 ton fındık üretiyordu. Avrupa Ekonomik Topluluğu Türkiye’den alacağı gıda maddeleri için, 600 Bq/kg radyasyon seviyesini sınır değer kabul ederken topluluk üyeleri arasındaki ithalatta bu değeri 1200 Bq/kg olarak belirlenmişti. TAEK tarafından ölçümleri
sonucu 600 Bq/kg’ın altında olduğu belirtilen ve İngiltere’ye ihraç edilen fındık İngiltere tarafından geri gönderildi. Bunun ardından siyasi otoritenin Ünye’nin doğusunda üretilen ve radyasyon seviyesi yüksek kabul edilen 110.000 ton fındığın imha edilmesi şeklindeki kararı üzerine fındık borsasında fiyatlar arttı ve çikolata sektöründe şok yaşandı. Türkiye’nin kendi ürettiği, AET’nin yüksek radyasyon içerdiğini belirttiği fındıkların imha edilmesi uluslararası etki yaratacaktı. Sonuç olarak o yıl 135.000 ton fındık ihraç edildi…Kazadan en fazla etkilenen Rize bölgesinde tiroit nodül prevalansı artmasına karşın bu nodüllerin hiçbirinde sitolojik olarak malignensi saptanmamasının yanı sıra bölgede malign tiroit nodülü oluşumunda artış saptanmadığı belirtilmiştir…Elde edilebilen veriler ışığında, Hopa bölgesinde, Çernobil nükleer kazası ile gerek kanser olgu sayıları, gerekse kanserden ölümlerle ilgili kanıta dayalı nedensel bir bağlantı kurmak olanaklı görünmemektedir.”
Bir de bağımsız bir araştırmacının çalışmasına bakalım. Sabah gazetesinin 6 Nisan 2006 tarihli sayısında şu haber vardı:
“Türkiye'de ilk kanser haritası çıkarıldı. Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Jeodezi ve Fotoğrametri Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tahsin Yomralıoğlu, Türkiye'de ilk defa Trabzon'un kanser yoğunluk haritasının hazırlandığını söyledi. Prof. Dr. Yomralıoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, bölümde araştırma görevlisi olarak görev yapan Ebru Çolak ile Sağlık İl Müdürlüğü'ne bağlı Kanser Kayıt Merkezi'nden aldıkları 2004-2005 yıllarına ait 678'i erkek, 462'si kadın olmak üzere bin 160 kanserli hastanın verilerine bağlı olarak Trabzon'un kanser yoğunluk haritasınıhazırladıklarını belirtti.Yomralıoğlu, ''Elde edilen veriler bu nedenle nüfusla ilişkilendirilmelidir. Trabzon geneline baktığımızda il bazında herhangi bir sıkıntı olmadığını görüyoruz. Çalışmanın sonuçlarına göre, Trabzon genelinde kanserin riskli bir hastalık olmadığı, ancak bazı köylerde kanser sayısının sınır değerinin üzerinde olduğu gözlenmiştir. Yöremizde bu verilere göre, söylendiği gibi ürkütücü bir tablo oraya çıkmıyor'' dedi.”
Resmi kurumların ve bağımsız örgütler ile akademisyenlerin çalışmaları hep
aynı şeyi gösteriyor: Çernobil kazası sonrasında bütün dünyaya ve Türkiye’ye radyosyon yayıldı. Bu radyasyon insan sağlığını tehlikeye sokacak miktarda değildi.
Örnek 7: Domuz gribi aşısı
2009 yılında, dünya çapında büyük bir grip salgını çıktı: Domuz gribi. Domuz gribi son derece bulaşıcıydı ve önemli oranda öldürücüydü. 191 ülkede toplam 800.000 insan bu gribe yakalandı ve bunların 8238’i öldü. Salgın boyunca tüm devletler gribe karşı önlemler aldı. En büyük önlem aşıydı.
Dünya Sağlık Örgütü başta olmak üzere çok sayıda kurum acilen büyük aşı kampanyaları düzenlenmesini önerdi. Türk devleti de bu çağrıya uyarak milyonlarca kişiye yetecek aşı satın aldı ve bunları ücretsiz şekilde dağıtmaya başladı.
Aşı az sayıda firma tarafından üretiliyordu. Dolayısıyla bu aşıları üreten firmalar iyi para kazandı.
Ülkemizde ve başka devletlerde çok sayıda insan, bu salgının önemli boyutlarda olmadığını, durumun abartıldığını ve ilaç firmalarına milyarlarca dolar para kazandırıldığını iddia etti. Bu iddialara inanan çok sayıda insan, devletin ücretsiz sağladığı aşıyı yaptırmayı reddetti. Yalnızca ülkemizde değil, özellikle Avrupa’da da çoğu insan böyle davrandı.
Aşıya karşı olanlar aslında haklı da çıktı: Bir süre sonra, çok sayıda araştırmacı Domuz Gribi salgınının başlarda düşünüldüğünden daha düşük şiddette seyrettiğini ve hızla yok olduğunu gösterdi: Domuz gribine daha az sayıda insan
yakalanacak ve daha az sayıda insan ölecekti. Ama geriye dönük olarak bakıldığında bunu söylemek kolayken başlarda sağlık kurumlarının böyle bir tahminde bulunmasını beklemek haksızlıktı. Resmi kurumlar hesaplarını en kötü senaryoya göre yapmak durumundadır.
Domuz gribi ve diğer hastalıklara yönelik aşılara ilişkin başka iddialar da var. Bu aşıların civa içerdiği için çocuklarda zeka geriliği ya da otizm gibi sorunlara yol açtığı iddia edildi. Bu iddiaların en büyük kaynağı İngiliz doktor Andrew Wakefield. Wakefield’ın iddiaları büyük ölçüde temelsizdi ve bu yüzden 2010 yılında doktorluk lisansı iptal edildi.
Peki, bu arada neler oldu?
2010’un Mart ayında gazetelerde yayınlanan bir haber vardı:
“Sağlık Bakanı Recep Akdağ, domuz gribinden en çok etkilenenlerin başında gebelerin geldiğini anlatarak, “2009′da 38 hamile zatürreden hayatını kaybetti ve bunun 36′sında H1N1 tespit edildi. Ölen hamilelerin hiçbiri de aşılanmamıştı. 2008′de zatürreden yaşamını yitiren hamile sayısı 2 kişiydi. Aşı olmuş kişilerden hiçbiri de H1N1′den dolayı yaşamını yitirmedi” dedi.”
Açıklamadaki rakamlar çok önemli. Zatürreden ölen hamile kadınların sayısı 2008’deki 2’den 2009’da 38’e çıkmış. Eğer toplum genelinde domuz gribi aşısına tepki oluşmasaydı ve daha fazla insan aşı olsaydı burada sözü edilen hamile kadınlarımız ve toplamda 600’dan fazla vatandaşımız Domuz Gribinden ölmezdi.